Skip to main content
Sevgili okurlar, bu yazımda sizlere müzik ve algının yakın ilişkisini ele alacak ve belli konulara değineceğim. Şimdiden iyi okumalar. Bugüne kadar çoğu besteci geleneksel bir mantığa bağlı kalarak, o mantığa hizmet eden perspektifte besteler yapmışlardır. Bu besteleri dinlediğimiz zaman bestecinin yazdığı perspektifle duymamız, yapıtlarını besteci gözünden anlamamızı sağlar. Peki bu perspektifle bir eseri dinlemeyip, kişisel birikimlerimizle algıladığımız zaman o müziği aynı şekilde duymamız mümkün mü? Aynı şekilde duymamamız, doğru ya da yanlış olarak nitelendirilmeksizin pozitif veya negatif bir zenginlik yaratır mı, bu zenginliği olumlu ya da olumsuz nasıl değerlendirebiliriz? Bu zenginlik sanatı nasıl etkiler? Hayatta hepimizin eşit birikimlere sahip olmadığını biliyoruz. Bu durumda her şeyi bütünüyle aynı algılayabilmemiz mümkün değil gibi. Sizlere o zaman şu tanımı yapabilirim: Bir sesi, organize edilmiş sesleri ya da bir eseri benzerliklerle veya aynı duymamız olasılığını onaylıyorum, ama bir müziği tamamen farklı duyma ihtimalimiz olmasıyla beraber, büyük bir oranda farklı duyma ihtimalimiz de var. İnsan beyni her şeyi bildiği metotlarla, kodlarla algılamak üzerine kurulu. Bu sebeple algılamamız, bildiğimiz metodlara bağlıdır. Çok basit bir örnek vereyim; “kalp” dediğimiz zaman, çoğumuzun aklına genellikle “çoğunluğun tanımladığı bir sembol” olan ve bu sebeple beynimizin kalp olarak kodladığı ilk sembol olması nedeniyle bu kalp (️) gelir. Ama çok komiktir ki kalp bu şekilden (️) tamamen alakasız bir şekildedir. Bir müzikte de böyle bir algısal durumla bir eseri duyarsak, belli şeyleri yanlış ya da doğru olarak nitelendirmeden farklı algılar ortaya çıkaracağız ve bilinen perspektifler, doğruluğunu korumakla beraber belli farklı algıların konuya ortak olmasıyla yanına kardeş edinecektir. Tabi ki bu olay da kuşkusuz bir zenginlik yaratacaktır. Elbette bu farklılığın da olması, beynimizin metot birikimine ve kodlarına bağlıdır. Çeşitli medya organlarında belli propagandalarla “elitlerin dinlediği müzik” olarak insanların beyinlerine kodlanan klasik müzik de bu tip algı oluşumlarından nasibini almaktadır. Oysa ki Beethoven, yukarıda bahsettiğim algının dışında olarak ”soylu” ya da “elit” diye nitelendirilecek bir kimliğe sahip değildi. Bu bağlamda gülümseten bir anımı da sizlerle paylaşmak isterim. 7 yaşındayken babamın da etkisiyle Türk Sanat Müziği ile yakından ilgiliydim ve müzik dersinde proje konusu olarak Türk Sanat Müziği’ni seçmiştim. Eser örneği olarak da arkadaşlarıma bir “Ney Taksimi” dinletmiştim. O sırada sınıftan dalga geçer tonda gülüş sesleri ve homurtular duymuştum. Müzik bitince bir arkadaşım dalga geçer bir tonla dedi ki: “Bu müziği biz mezarlıklarda dinliyoruz!”. Ben, bu duruma karşı olarak bu müzikleri çok farklı yerlerde, farklı amaçlarla çalındığını duymuştum. Şimdi anlıyorum ki arkadaşlarımın verdiği tepkiler de tamamen algısal bir durummuş. Aslında az önce bahsettiğim “soylu” ve “elit” propagandasının yapılış tarzına benzer bir örnek burada da mevcut. Hayatımdan bir başka örnek de yakın arkadaşım Tuna Metin ile yaptığım bir sohbet ile ilgili. Tuna, basketbol idmanlarında dinlemek için bir playlist yapmıştı. Müziğin ”kelimelere yetmeyecek seviyede” bir motivasyon verdiği hakkında konuşmuştuk. Bu da algının ne kadar hayatımızda olduğuna, yarattığı etkilere ve algı çeşitliliğine dair örnek olarak gösterilebilir. Gerçekten de futbolcuların maç öncesi müzik dinlemelerinde müziğin onlara vermiş olduğu algısal oluşumlar, (motivasyon, kişisel olarak değişen algılar) çok bilinen bir örnek. Orada herhangi bir Mozart eseri de dinleseniz ve o size kendi algılamanızdan dolayı motivasyon veriyorsa, müziğin anlaşılmasının kesinlikle insanla ilişkisi olduğu olgusunu da kabul etmemiz gerekir. Burada önemsediğim bir husus olarak ve örneklerden çıkartılabilecek bir sonuç olarak algının bir önemli özelliği de algının çok güçlü bir faktör ve enstrüman olduğudur. Metot birikimi açısından “İlk çağ” dan örnek verirsem, 400’lü yıllarda, kiliselerde ilk tek hatlı(monofonik) ”Plainchant” lerin yazıldığı zamanlarda insanlar, birikim genişliklerinden dolayı bu müziği “çok yeni” olarak tanımlamıştı. Bu müziği bugünlerde biz dinlesek “çok yeni” , “günümüzden” gibi bir tanım yapmayabiliriz. (Günümüzde) 1600 küsür yıl sonra o kadar çok farklı müzikler, müzik elementleri oluştu ki isim olarak saysak herhalde satrançta yapılabilecek hamle kombinasyonları kadar bir sayıya ulaşılabilir(çıkarımsal, abartı içeren bir ifadedir, bilimsel bir veri şimdilik yoktur). Bu sebeple birikimimiz de bir o kadar büyüyor ve farklı algılar oluşması için çok uygun bir ortam oluşuyor. Aynı zamanda müzik dinleyen birisinin “bir sesten fazlasını duyuyorum” algısıyla alakalı olarak müziğe “kutsal bir öğe” tanımı da yapılabiliyor. Bununla alakalı bir örnekte A.Scriabin’den vereyim. Scriabin’in “özel bir duyu bozukluğu” olarak tanımlanan “sinestezi” hastalığı, bir sesi veya akoru renk olarak algılamasına neden oluyordu. Scriabin, bu algıladığı renkleri hem ton, hem de nota olarak bir tabloda ifade etmiştir. Aynı zamanda mistisizmi de, bir müzikte yapılabilir kombinasyonlar sayısının genişliğini ve “bir başka seviye” algısını oluşturduğunu bizlere bir kez daha gösteriyor. Böyle bir hastalık veya “mistisizm” gibi kavramlarla da algımız geliştirilebiliyor. Bu hastalığın da kazandırdığı birikim ile sanatın ne kadar önü açık, sınırsız gözüktüğü ve geniş olduğunu anlamamız mümkün. Belli birikimler ve algılarla mesela “sessizliğin ifadesiz oluşu” algısına ulaşabildiğimiz gibi, gene algılarla ve birikimlerle “sessizliğin ifadesiz oluşu” algısının tam tersi anlamını taşıyacak algılara da ulaşabiliyoruz. Kod içeriğine bağlı olarak sessizliğe türlü türlü ifadeler verebiliriz. Sessizliğin element olmasıyla da ilgili bir eser olan ilginç bir örnek paylaşayım sizinle. Bu eser J.Cage’in bestesi olan “4:33” adlı solo piyano için eseridir. Bu eser sessizlik elementinden oluşur. 3 bölümden oluşur ve temel ve tek elementi sessizliktir. Algı açısından değerlendirmek istersek, kendimizi engellemezsek bu eserden (yazılış amaçlarından ayrı olarak) farklı farklı şekillerde tat alabiliriz ve anlam çıkarabilir, yeni oluşumlar oluşturabiliriz. Yani zaten kimisi için düşünme zamanı, kimisi için (sesten yorulmuş birisi için örneğin) mutluluk parçası olan, kimisi için de anlam ifade etmeyen, kısaca hiç bir ses kullanmadan çok farklı şekillerde algılanabilecek bir öğeden bahsediyoruz sonuç olarak. Aynı şekilde fiziksel olarak dayanamayacak bir duruma düşene kadar gürültüyü de pozitif bir algıyla algılamamız ve ondan zevk alabilmemiz mümkün. Örneklerde gördüğümüz gibi algı, hayatımızın önemli bir parçası ve algı sayesinde sanatın enginliğini bir kez daha görebiliyoruz ya da gösterebiliyoruz. Yaratılacak bu zenginliğin sanata katkı yapacağını sizlere yazıdan farklı şekillerde de göstermek isterim. Anlatmış olduğum tüm bu sebeplerden dolayı zenginliklere doğru-yanlış ayırt etmeden saygıyla bakmalıyız. Bu zenginliğin tamamen evrenin düzeninin doğal bir kanunu olduğu, insani bir gerçeklik taşıdığını(“İnsan, ne ve nasıl algılamak isterse o şekilde algılar.”) bilmeli, hiçbir şekilde küçümsemeyerek belli çerçeveler altında görmezden gelmemeli, hastalık olarak(bilimsel olarak değil, negatif bir anlamda) ifade etmekten ziyade saygı çerçevesinde yaklaşmalı ve bu zenginliklerin farkında olmalıyız. Elbette ki sanat, çoğumuzun bildiğinden daha geniş bir dünya…